18 Nisan 2011

Hz. Peygamberimizin doğumu, çocukluğu ve gençliği

İlahiyat
İlahiyat

Hz. Muhammed (s.a.s.) 20 Nisan 571 tarihinde Mekke’de Benî Hâşim mahallesinde, babası Abdullah’tan kalan evde dünyaya geldi. Kaynaklarda onun Fil Olayı’nın meydana geldiği yılda, bu olaydan 55 gün sonra ve kamerî aylardan Rebîülevvel’in 12. gecesinde doğduğu kaydedilir.[55]

Âmine, doğumdan sonra hemen kayın babası Abdülmuttalib’e haber göndererek torununun dünyaya geldiğini bildirdi. Abdülmuttalib geldiğinde Âmine, hamile iken gördüğü bir rüyada çocuğa “Ahmed” veya “Muhammed” adının verilmesinin söylendiğini hatırlattı. Abdülmuttalib çocuğu kucağına alarak Kâbe’ye götürdü, Allah’a şükretti ve ona Muhammed adını verdi. Doğumunun yedinci gününde Mekkelilere ziyafet verdi. Hz. Peygamber’in sünnetli olarak dünyaya geldiği rivayet edildiği gibi,[56] dedesi tarafından doğumunun yedinci gününde sünnet ettirildiği söylenir.[57] Abdülmuttalib’e, ataları arasında Muhammed adıyla anılan bir kimseye rastlanmadığı hatırlatılıp torununa bu ismi vermesinin sebebi sorulduğunda “Onun gökte ve yerde övülmesini istedim” cevabını vermiştir.[58] Hz. Muhammed (s.a.s.)’in bir diğer meşhur ismi de Ahmed’dir. Araplar arasında Muhammed ve Ahmed isminde bazı şahıslar bulunuyordu. Kaynaklarda bu adı taşıyan bazı kişilerin adları kayıtlıdır. Meselâ ensardan Muhammed b. Mesleme meşhurdur.[59] Şu kadar var ki bu isimler yaygın olarak kullanılmıyordu.

Doğumdan sonra Hz. Muhammed (s.a.s.)’i üç veya dokuz gün annesi Âmine, daha sonra kısa bir müddet, amcası Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe emzirdi. Süveybe ondan önce Hz. Hamza’yı ve daha sonra da Ebû Seleme’yi de emzirdiği için Hz. Muhammed (s.a.s.)’le bu ikisi sütkardeşi olurlar.[60] Mekke’nin sıcak havası bebeklerin sağlıklı büyümelerine elverişli olmadığından, şehrin ileri gelen aileleri yeni doğan bebekleri göçebe kabilelere mensup sütannelere verirlerdi. Bununla çocuklarının çölün sağlıklı havasında büyümelerini ve aynı zamanda fasîh Arapçayı öğrenmelerini sağlamış olurlardı. Çocuklar genellikle sekiz-on yaşlarına kadar sütanne yanında yaşarlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in doğumunu takip eden günlerde Taif yakınlarında çölde göçebe hayatı yaşayan Hevâzin kabilesinin Sa’d b. Bekir kolundan, içlerinde Halîme bint Ebû Züeyb’in de bulunduğu on kadın, emzirmek için çocuk almak üzere Mekke’ye gelmişlerdi. Halîme’nin yanında kocası Hâris b. Abdüluzzâ da vardı. Bu kadınlar sütanneliğini gelir kaynağı olarak düşündüklerinden, zengin ailelerin çocuklarını tercih ediyorlardı. Diğer kadınlar yetim olduğu için “Onun annesi ve dedesi bize fazla bir yardımda bulunamaz” diyerek Hz. Muhammed (s.a.s.)’i almak istememişlerdi. Halime de başlangıçta, onu almakta tereddüt etti. Kabilesine eli boş olarak dönmemek için, kocasının da fikrini alarak ona sütannelik yapmayı kabul etti ve çocuğu beraberinde götürdü. Hz. Muhammed (s.a.s.) sütannesinin ailesi içinde çok sevildi; onlar için uğurlu oldu ve bereket getirdi, aile bolluğa kavuştu. İki yaşını doldurduğunda Halîme onu ailesine göstermek üzere Mekke’ye getirdi. Âmine, o sıralarda Mekke’de veba salgını bulunduğundan ve çöl havasının da çocuğa iyi geldiğini gördüğünden, onun sütannede kalmasını istedi. Halîme de Hz. Muhammed (s.a.s.)’i beraberinde geri götürdü. Beş (dört olduğu da söylenir) yaşında Mekke’ye getirip annesine teslim etti. Bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.s.) altı yaşına kadar Mekke’de annesinin yanında kaldı. Hz. Peygamber’in Abdullah, Üneyse ve Şeymâ adlı sütkardeşleri vardır. Sütannesi, sütbabası ve sütkardeşlerinin İslâmiyeti kabul ettikleri bilinmektedir.[61] Sa’d b. Bekir kabilesi fasîh Arapçasıyla ünlüydü. Hz. Peygamber düzgün bir lisana sahip oluşunun, çocukluğunu bu kabile arasında geçirmesine bağlı olduğunu söylemiştir.[62]

Kaynaklarda Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sütannesinin evine giderken ve onun yanında kaldığı süre zarfında başından geçen birtakım olağanüstü durumlardan bahsedilir. Bunlar arasında göğsün yarılması hadisesi (şakkı sadır) önemli yer tutar. Bu konuda kaynaklarda yer alan rivayetlerden birisi özet olarak şöyledir: Halîme’nin anlattığına göre, çocuğu Mekke’den getirdikten bir kaç ay sonra, Muhammed sütkardeşi ile evlerinin arkasında kuzu güderken, sütkardeşi koşarak annesinin ve babasının yanına gelir. Beyaz elbiseli iki adamın Muhammed’i tutup yere yatırdıklarını, karnını yardıklarını ve karıştırdıklarını bildirir. Halîme ile kocası derhal koşarlar; çocuğu benzi sararmış bir şekilde ve ayakta bulurlar. Ne olup bittiğini sorduklarında Muhammed, “Beyaz elbiseli iki adamın kendisini yere yatırıp karnını yardıklarını ve bir şeyler aradıklarını” söyler. Bunun üzerine sütannesi ile sütbabası çocuğu alıp çadıra dönerler.[63] Bu mealde başka rivayetler de vardır. Meselâ bir rivayette, olayın yukarıdakine benzer şekilde, bir soru üzerine Hz. Peygamber’in anlattığı kaydedilir.[64] Ayrıca, on yaşlarında iken; Hira Mağarası’nda Cebrail’le ilk karşılaştığında; Mi’rac olayı öncesinde gibi farklı zaman ve mekanlarda bu tür muameleye tâbi tutulduğuna dair rivayetler de kaynaklarda yer almaktadır. Olayla ilgili anlatımlar, yaş, yer, zaman ve kaç defa meydana geldiği hususunda birbiriyle farklılık ve çelişki arzetmektedir. Çeşitli araştırmacılar tarafından konuyla ilgili rivayetler ravi ve metin açısından eleştirilmiştir. Şurası gerçektir ki, bu işin Allah tarafından Hz. Muhammed (s.a.s.)’i peygamberliğe hazırlamak amacıyla yapıldığı iddia ediliyorsa, manevî bir temizlik veya hazırlığın yine manevî tarzda olması gerekir. Halbuki rivayetlerde bu işin maddi bir operasyonla yapıldığı anlatılmaktadır. Ayrıca göğsün yarılması olayı İnşirâh Sûresi ile irtibatlandırılmıştır.[65] Fakat İnşirâh Sûresi’nde “Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” derken, “şakkı sadır”dan, göğsün yarılmasından değil, “şerhi sadır”dan, yani göğsün açılmasından bahsedilmektedir. Göğsün açılmasından maksat da arayış içinde olan Hz. Peygamber’e hak dinin gösterilmesi, peygamberlik görevini nasıl yerine getireceğine dair endişelerinin, korkularının, Allah tarafından genişlik verilerek giderilmesi, gönlünün arıtılması ve ferahlatılmasıdır. Yani olay maddi değil, manevîdir. Nitekim aynı sûrenin ikinci ve üçüncü âyetlerinde “Biz senin belini büken yükünü senden alıp atmadık mı?” derken Hz. Peygamber’in sırtındaki maddi bir yükün Cenâb-ı Hak tarafından yere indirilmesinden değil, Peygamber’i üzen ve tahammülü ağır gelen zorlukların kendisinden kaldırılmasından bahsedilmektedir.[66] Bu, sûrenin birinci âyetinin de maddî bir operasyon olarak değil, manevî bir iş olduğu şeklinde izah edilmesi gerektiğini göstermektedir. Bunun için de cerrâhî müdaheleye gerek olmadığı açıktır. Ancak ne var ki, manevi bir olayın sembolik anlatımı, daha sonraki raviler tarafından gerçekmiş gibi mütâlaa edilmiştir. Ortaya çıkışıyla ilgili olarak şu hususlar düşünülebilir: Olağanüstü olayların Peygamber’in çocukluğundan beri onun hayatında mevcut olduğunu ispat için böyle bir olay anlatılmış olabilir. Bir de göğüs yarılması, doğu kültüründe mevcut olan, Araplarda da bilinen ve hatta Zerdüşt ve Ümeyye b. Ebü’s-Salt gibi şahıslar hakkında da anlatılan mitolojik bir hikayedir. Bu tür mitolojik bir hikaye Hz. Peygamber hakkında da uyarlanmış olabilir.[67]

Hz. Muhammed (s.a.s.) altı yaşında iken annesi Âmine, yanına çocuğunu ve cariyesi Ümmü Eymen’i de alarak Medine’ye gitti. Gayesi, doğumdan önce vefat eden kocası Abdullah’ın kabrini ve ailenin dayıları sayılan Adiy b. Neccâroğullarını ziyaret etmekti. Medine’de en-Nâbiğa’nın evinde misafir edildiler. Abdullah’ın mezarı da bu evin avlusunda idi. Burada bir ay kadar kaldıktan sonra Mekke’ye dönerken Âmine, Medine’ye yaklaşık 190 km. uzaklıkta bulunan Ebvâ’da hastalanarak vefat etti ve orada defnedildi. Ümmü Eymen çocuğu Mekke’ye getirerek dedesine teslim etti. Bu yolculukta Abdülmuttalib’in, gelini ve torunu ile birlikte gittiği de söylenmektedir.[68] Hz. Muhammed (s.a.s.) daha sonraları Medine’de bu seyahatle ilgili hatıralarını anlatmıştır.[69]

Peygamberimiz annesinin vefatından sonra, sekiz yaşına kadar, iki yıl dedesinin himayesinde kaldı. Bakımını da dadısı Ümmü Eymen yürüttü. Dedesi, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i çok severdi; onsuz sofraya oturup yemek yemezdi. Kâbe duvarının gölgesine Abdülmuttalib için bir minder serilir, hiç kimse ona saygısından dolayı bu mindere oturmazdı. Hz. Muhammed (s.a.s.) gelip oturduğunda amcaları onu minderden indirmek isterler, Abdülmuttalib ise “Oğlumu bırakın. Allah’a yemin ederim ki ileride bunun şanı büyük olacaktır” der, onu minderin üstüne yanına oturtur, eliyle sırtını okşar ve böyle hareket etmesinden hoşlanırdı. O sekiz yaşında iken dedesi vefat etti.[70] Hz. Muhammed (s.a.s.) dedesinin vefatına çok üzüldü. Ümmü Eymen, dedesinin vefat ettiği gün Hz. Muhammed (s.a.s.)’i ağlarken gördüğünü söylemiştir.[71]

Abdülmuttalib vefat etmeden önce torununu Ebû Tâlib’e emanet etti. Zübeyr ile Ebû Tâlib’in kur’a çektikleri söylendiği gibi, Hz. Peygamber’in Ebû Tâlib’i tercih ettiği de kaynaklarda kaydedilir. Burada Zübeyr, Ebû Tâlib ve Abdullah’ın ana-baba bir kardeş olduklarını da belirtmek gerekir. Ebû Tâlib, yeğeni Muhammed’i kendi öz çocuğu gibi severdi. Bir yere gittiği zaman onu da beraberinde götürürdü. O, ölümüne dek, kırk yıldan fazla Hz. Muhammed (s.a.s.)’e öz babası gibi davranmış, onun üzerine titremiş, sevmiş, korumuş ve yetişmesi için elinden geleni yapmıştır. Hz. Muhammed (s.a.s.) de Ebû Tâlib’e işlerinde yardımcı olmuştur. Çünkü Ebû Tâlib’in ailesi kalabalıktı; buna karşılık dar gelirliydi; maddî durumu pek iyi değildi. Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma bint Esed de sekiz yaşından itibaren Hz. Muhammed (s.a.s.)’e öz annesi gibi bakmıştır. Aynı zamanda Hz. Ali’nin annesi olan bu hanım, kendi çocuklarından önce onu doyurur ve gözetirdi. Hz. Muhammed (s.a.s.), Ebû Tâlib’in ölümünden sonra iman eden ve Medine’ye hicret eden Fatıma bint Esed’i sık sık ziyaret ederdi.[72]

Hz. Muhammed (s.a.s.) on iki (dokuz olduğu da söylenir) yaşında iken Ebû Tâlib ticaret maksadıyla Suriye’ye gitmeye karar verdi. Hz. Muhammed (s.a.s.) seyahate kendisini de götürmesini ısrarla rica etti. Onun ısrarına dayanamayan Ebû Tâlib de yeğenini beraberinde götürdü. İslâm Tarihi kaynaklarının verdikleri bilgiye göre ticaret kervanı Suriye topraklarında bulunan Busrâ’da konakladığı esnada, bir bulutun kervanın içinden birine devamlı gölge yaptığını gören Bahîrâ adındaki rahip, kervan mensuplarını yemeğe davet eder. Bahîrâ çocuğu dikkatle inceler ve bazı sorular sorar. Ebû Tâlib’e, yeğeninin İncil’de gönderileceği vadedilen peygamber olduğunu söyler; çocuğu iyi korumasını tembih eder. Bunun üzerine Ebû Tâlib, Şam’a gitmekten vazgeçerek Mekke’ye döner.[73]

Bu rivayet daha sonraları Hristiyan tarihçiler ve Müslüman tarihçiler tarafından tartışılmıştır. Olay, Hristiyan yazarlar tarafından istismar edilmiş ve yanlış değerlendirilmiştir. Onlardan bazıları bunu inkar etmişler; Ehl-i Kitab’ın Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olacağını daha önce kendi kitaplarından öğrenmiş oldukları yolundaki rivayetlerin Hristiyanlıktan dönen Müslümanlar tarafından uydurulduğunu ve bunun bir efsaneden ibaret olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazıları da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in, İslâm dininin esaslarına ait bir kısım bilgileri Bahîrâ’dan öğrendiğini iddia etmişlerdir. Hatta “Kur’ân’ın yazarı Bahîrâ” diyecek kadar ileri gitmişlerdir. Batılı bilim adamlarının bu tür iddialarından rahatsız olan bazı Müslüman alimler de, Bahîrâ olayına ait rivayetlerin doğru olmadığını, olayı nakleden râvîler içinde hadiseyi gören kimse bulunmadığını söylemişlerdir. Ayrıca o sıralarda çocuk yaşta olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Bahîrâ ile görüşmesinden İslâm dininin esaslarına ait bazı şeyler öğrenmesinin akıl ve mantığa ters düştüğünü belirterek, ya bu olayı tamamen reddetmişler veya üzerinde durmaya gerek görmemişlerdir. Bahîrâ olayı şayet doğru bile olsa, gerçekten dokuz veya on iki yaşındaki bir çocuğun bir kaç saat zarfında Kur’ân’ı ezberlemesi, yeni bir din fikrini öğrenebilmesi ve bir nesil sonra etrafındaki insanlara ilâhî bir tebliğ olarak nakletmesi imkansızdır. Üstelik rivayetlerde, Bahîrâ’nın Hz. Muhammed (s.a.s.)’e bir şey okuduğuna ve öğrettiğine dair kayıt da yoktur. Şayet böyle bir şey meydana gelseydi, peygamber olarak görevlendirildikten sonra kervanın diğer mensupları bunu ortaya koymaktan geri durmazlardı. Bütün bunlara ek olarak şunu da söylemek gerekir: İslâm’ın tevhid akidesi ile Hristiyanlığın teslis inancı arasında benzerlik mevcut değildir. Kur’ân’da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gençliğinde hristiyanlarla ilişkisi olduğunu ve onlardan bir şeyler öğrendiğini gösteren hiçbir delil de yoktur.[74]

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gençliğinde başından geçen önemli olaylardan birisi de Dördüncü Ficâr Savaşı’na katılmasıdır. İslâm’dan önce Arap kabileleri arasında çeşitli sebeplerle sık sık savaşlar meydana gelirdi. Bunlardan dördü, kötülük yapmanın ve kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda yapıldığı için, “Ficâr Savaşları” denilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.) bu savaşlara iştirak ettiği sırada yirmi yaşında idi. Onun katıldığı bu savaşta Kureyş ve Kinâne kabileleri, Kays Aylân ve müttefikleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu savaş Kinane kabilesinden Berrâd b. Kays’ın, Hevâzin kabilesinden Urve b. Utbe’yi bir ticarî rekabet üzerine öldürmesi sonucu, Hevâzin kabilesinin Kureyş ve müttefiklerine saldırıp Harem bölgesine kadar kovalaması üzerine çıkmıştır. Savaşta Kureyş ve Kinâne’nin genel komutanı Harb b. Ümeyye idi. Ayrıca Kureyş kabileleri ayrı ayrı birlikler halinde savaşmışlardır. Benî Haşim’in komutanlığını Zübeyr b. Abdülmuttalib yapmıştır. Kays Aylân, başlangıçta üstünlük elde ettiyse de savaş akşama doğru Kureyş ve Kinâne’nin galibiyeti ile sonuçlanmıştır. Sonunda Kureyş’ten o sıralarda otuz yaşlarında bir genç olan Utbe b. Rebîa’nın gayretiyle taraflar arasında anlaşma sağlanmıştır. Kureyş saflarında ve kendi kabilesi Hâşimoğullarının yanında amcalarıyla birlikte bulunan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in savaşmayıp amcalarına ait eşyaları koruduğu, atılan okları kalkanlarla karşılayıp toplayarak onlara vermekle yetindiği söylendiği gibi; ok attığı ve bundan dolayı pişman olmadığını ifade ettiği de kaynaklarda kayıtlıdır. Yine kaynaklarda, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in bulunduğu safın karşısında savaşan her düşman grubunun hezimete uğradığı, bundan dolayı onun, Kureyş ordusunun komutanı Harb b. Ümeyye’nin dikkatini çektiği kaydedilir. Kureyş açısından bu savaşın önemi Haram aylarda yaşanan barışçı ortamın ihlâlini, ticarî hayata vurulan darbeyi önlemek, Harem bölgesinin mukaddesliğine leke sürülmesine engel olmaktı.[75]

Araplar arasında savunma, himaye veya zulme uğrayanın hakkını zalimden alma gibi amaçlarla ittifak kurulurdu. Bu, anılan maksatlarla iki veya daha fazla kabile, bir kabile ile başka bir kabileye mensup bir şahıs veya iki şahıs arasında yardımlaşmayı ve dayanışmayı temin için gerçekleşebilirdi. “Hilf” (ç. ahlâf) adı verilen bu ittifak ve antlaşmalar, kuruluş amacına veya kuruculara verilen sıfatlara göre Hilfü’l-Fudûl, Hilfü’l-Mutayyebûn, Hilfü’l-Ahlâf gibi adlarla anılırdı. Hz. Muhammed (s.a.s.), Ficâr Savaşlarından kısa süre sonra Hâşim, Muttalib, Esed, Zühre ve Teymoğullarının ittifakı ile kurulan Hilfü’l-Fudûl Antlaşması’na katılmıştır. Bu antlaşmanın gerçekleşmesine Hz. Muhammed (s.a.s.)’in amcası Zübeyr teşebbüs etmiştir. Teym kabilesi ileri gelenlerinden Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde toplanan kurucu üyeler; zulme uğrayanların haklarını zalimlerden alıncaya kadar mücadele edeceklerine, Mekke halkından ve Mekke’ye dışarıdan gelen kimselerden haksızlığa uğrayanların yanında yer alacaklarına ve zalimden hakkını alıncaya kadar mazlumu destekleyeceklerine dair karar aldılar. Bu antlaşmanın akdine şu olayın vesile olduğu söylenir: Zübeyd kabilesinden bir şahıs Mekke’ye gelir ve Âs b. Vâil’e ticaret için getirdiği malını satar. Ancak Âs, malın ücretini vermez. Zübeydli, Ahlâf kabileleri olan Abdüddâr, Mahzum, Cumah, Sehm ve Adiy’e başvurur. Ancak onlar Âs b. Vâil’e karşı adama yardım etmezler. Bunun üzerine alacaklı Kureyş kabilesini yardıma çağırır. Zübeyr b. Abdülmuttalib ve Abdullah b. Cüd’ân’ın önderliğinde Hilfülfudûl Antlaşması akdedildikten sonra cemiyet üyeleri Âs b. Vâil’e giderler ve malın parasını tahsil edip Zübeydliye verirler.[76] Yirmi yaşında iken bu antlaşmanın imzalanmasına iştirak eden Hz. Muhammed (s.a.s.), sonraları bu olaydan övgüyle bahsetmiş ve şunları söylemiştir: “Ben, Abdullah b. Cüd’an’ın evinde bir antlaşma yapılırken bulundum ki, bu antlaşmayı güzel ve kızıl develere değişmem. İslâm’da böyle bir antlaşmaya çağrılsam derhal kabul ederim”.[77]

Kaynak: Prof. Dr. İbrahim Sarıçam’ın 2002 tarihinde yazdığı ve diyanet.gov.tr web sitesinde yayımlanan “Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı” kitabından derlenmiştir (Erişim tarihi: 15/04/2010).

Share

Bunları da Beğenebilirsiniz...