18 Nisan 2011

Hz. Muhammed’in peygamberlikten önceki hayatının ve kişiliğinin temel özellikleri nelerdir?

İlahiyat
İlahiyat

Buraya kadar Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğinden önceki hayatını ve başından geçen önemli olayları ana hatlarıyla ortaya koymuş bulunuyoruz. Onun peygamberlik dönemine geçmeden önce, bu döneme kadarki hayatının temel özellikleri hakkında bilgi vermenin gerekli olduğu kanaatindeyiz. Bu, onun vahiy gelmeden önce nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu başlık altında yetim ve fakir olarak büyümesi, yetimliğin ve fakirliğin kendisi için önemi, ümmî oluşu, ticaretle meşgul oluşu, çevresi, ahlakı ve dinî hayatı üzerinde durulacaktır.

a- Yetim ve Fakir Olarak Büyümesi

Hz. Muhammed (s.a.s.) yetim olarak büyüdü. Daha önce de belirtildiği gibi, doğmadan önce babası, altı yaşında iken annesi, sekiz yaşında iken de dedesi ölmüştü. Bundan sonra, amcasının yanında hayatını sürdürmüştü. Belki de Cenâb-ı Hak, ileride peygamber olarak görevlendireceği Hz. Muhammed (s.a.s.) için bu tür yetişme tarzını uygun görmüştü. O, anne-baba ve dedesinin yönlendirmesinden uzak olarak yetişti. Çünkü anne ve baba, yetişme dönemindeki çocuğun kişiliğinin oluşmasında ve yönlendirilmesinde büyük paya sahiptir. Sonuç olarak, onun terbiyesini bizzat Cenâb-ı Hak üstlenmiştir, diyebiliriz. Nitekim Hz. Peygamber de bir hadisinde “Beni Rabbim terbiye etti ve en güzel şekilde terbiye etti”[87] buyurmuştur.

Hz. Muhammed (s.a.s.) fakir olarak büyüdü. Sekiz yaşına kadar dedesinin himayesinde, yirmi beş yaşına kadar da amcasının yanında kaldı. Gerçi babası Abdullah, beş deve, birkaç koyun ve Ümmü Eymen adlı cariyeyi miras bırakmıştı. Ama, babası, henüz dedesi sağ iken öldüğü için, Arap miras hukukuna göre babası sağ iken ölen kişinin mirası çocuğuna düşmezdi. Esasen mirası, aileden büyük erkekler alırdı. Bununla beraber, babasının bıraktığı miras kendisine tahsis edilse bile bu mal onu zengin edecek miktarda değildi. Yirmi beş yaşında iken bile, Hatice’nin kervanını dört deve karşılığında Suriye’ye götürüp getirmeye razı olmuştu. Fakat başkasının yediğinde, giydiğinde gözü kalacak ölçüde yoksul da değildi. O her ne kadar bir yetim olsa da kendi derdi ile başbaşa, içine kapalı ve yalnız kalmış biri olarak görmemek gerekir. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla ailesi arasında akrabalık bağları güçlüydü. Zengin bir kadın olan Hatice ile evlenmesiyle birlikte de, her ne kadar Mekke’nin önde gelen tacirlerinden ve zenginlerinden biri olamadıysa da rahat bir hayat sürecek seviyeye ulaşmıştı. Aynı şekilde yetimlik gibi fakirlik de insan hayatında doğal bir durum olmakla birlikte, bir peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.s.) için fakir büyümenin önemi şu şekilde yorumlanabilir: Zengin birisi olsaydı, İslâm’a davet ettiği zaman, insanların ona malından istifade etmek için inandıkları sanılabilirdi. Halbuki, insanları cezbedecek, halkı etrafında toplayacak, dediğini tasdik ve davet ettiği esasları kabul ettirecek ve bu iş için önemli bir araç olarak kullanabilecek paraya sahip değildi. İleriki yıllarda insanlar onun etrafında mal için değil, inanç uğruna toplanacaklardır.[88]

b- Ümmî Oluşu

Güvenilir kaynaklar Hz. Muhammed (s.a.s.)’in okuma yazma bilmediği, yani “ümmî” olduğu konusunda ittifak ederler. Onun yetiştiği dönemde Mekke’de okul yoktu. Az sayıda kimse, buraya dışarıdan gelen okur-yazar kişilerden ve bu kişilerin okuttuğu kimselerden kendi gayretleriyle okuma-yazma öğrenmişlerse de Hz. Muhammed (s.a.s.) okuma-yazma öğrenmedi. Şüphesiz ileride kendisine verilecek peygamberlik görevi de ilahî hikmet gereği onun okur-yazar olmamasını gerekli kılıyordu. Hirâ mağarasında kendisine ilk vahiy getiren melek ona “oku” dediğinde “Ben okuma bilmem” demiştir. Halbuki onun, peygamberlik yıllarında okumaya-yazmaya son derece önem verdiği ve sahâbeyi buna teşvik ettiği bilinmektedir. Ona ilk gelen vahiy “oku” idi. Kendisine gelen vahiyleri ezberlediği gibi aynı zamanda katiplerine yazdırıyordu. O, belki yetim ve fakir birisi olduğu için okuyamamış olabilir. Şayet peygamberlikten önce okur-yazar olsaydı, kitap okusaydı ve bir şeyler yazmış olsaydı, peygamberlikten sonra karşıtlar, onun, kutsal kitapları, geçmişte yaşamış milletlerin tarihini okuyarak elde ettiği bilgileri tebliğ diye sunduğunu iddia edebilirlerdi. Nitekim Hz. Peygamber’in ümmî olmasının başlıca hikmeti Kur’ân-ı Kerim’de şöyle belirtilmektedir: “Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar kuşku duyarlardı”.[89]

Onun okur-yazar olmayışı, kendisine indirilen vahiyle, diğer fikirlerin birbirine karışması ihtimalini de ortadan kaldırmıştır. Bunun dışında Hz. Muhammed (s.a.s.), devrinin meşhur rahip, şair, kahin ve bilge kişileri önüne diz çöküp ders almamış ve ilim öğrenmemiştir. Kahinlerin mahareti olan sihir, büyü gibi gizli ilimler konusunda da hiçbir bilgisi ve iddiası yoktu. Hatta bunlardan nefret ederdi. Bazı alimler, onun ümmîliğini peygamberlik alâmetleri arasında gösterirler. Çünkü o, okur-yazar olmadığı halde, bir sûresinin benzeri bile ortaya konulamayan bir kitap getirmiştir. Peygamberliği döneminde kendisine indirilen bu kitabı okuyor, tekrarlıyor ve bir tek harfinde bile tereddüde düşmüyordu. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ümmî olmakla birlikte ticaret için gerekli olan hesabı bildiği ve paraların üzerindeki yazıları tanıdığı muhakkaktır. “Ancak her hangi bir kutsal kitap okuyamadığı kesindir”.[90] Hz. Muhammed (s.a.s.), o günün yaygın olan bilgi ve fikirleriyle de beslenmemiştir. Ayrıca o, toplum hayatının içinde yetişmiş, insanları tanımış, örf ve adetleri öğrenmiş, topluma hâkim olan kuralları bilen, ileri görüşlü, becerikli, işbilir, çevresine karşı duyarlı bir cemiyet adamı olarak yetişmiştir.[91]

Hâşimoğulları içinde hemen herkes, hatta kadınlar bile şiir okuduğu halde Hz. Muhammed (s.a.s.) şiir inşâd etmemiş, kaside yazmamış veya bu konuda bir çabada da bulunmamıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de “Biz Muhammed’e şiir öğretmedik. Zaten ona gerekmezdi”[92] buyrularak şairlikle peygamberliğin bir arada bulunmayacağı bildirilir. Câhiliye’de şiirin başlıca konuları olan övgü, övünme, yergi ve kahramanlık gibi duygularla kırk yaşına kadar hemhal olan bir insanın o yaştan sonra mütevazi bir kimse olarak bütün insanlığı kuşatıcı düşünce ve duygularla ortaya çıkması düşünülemezdi. Kabilenin kâhini, hâkimi, lideri durumunda olan ve el üstünde tutulan bir şâir olsaydı, ki ondan önce ve onun döneminde şâirin kabilesi içindeki durumu böyleydi, hayatında asla yer vermediği şan ve şöhrete düşkün bir kimse haline gelebilirdi.[93]

Hz. Muhammed (s.a.s.) kâhin, arrâf, büyücü, gâibden haber veren birisi asla değildi ve bu tür kimselerden nefret ederdi. Kendisine peygamberlikten önce vahiy konusunda bilgisi yoktu ve kesinlikle peygamber olacağını bilmiyordu. Kur’an’ın ifadesiyle kitap ve imanın ne olduğunu bilmiyordu.[94] O, diğer insanlar gibi bir beşerdi. Ancak gerek dış görünüşüyle ve gerekse ahlakıyla her insanda bulunan özelliklere en üst düzeyde sahipti. Bu bakımdan Hz. Muhammed (s.a.s.)’e insanüstü birtakım özellikler ve olaylar atfetmek yanlış olduğu gibi, onu alelâde bir insan konumuna indirmek de doğru değildir.

c. Ticaretle Meşgul Oluşu

Hz. Muhammed (s.a.s.) kendisine peygamberlik gelmeden önce ticaretle meşgul oluyordu. Bu meslek ona pek çok vasıf kazandırmıştır. Cesaret, kendisini aldatmak isteyenlere, yağmacı ve soygunculara karşı uyanıklık, bu vasıflardan birkaçıdır. Ayrıca ticaret sayesinde alış-veriş usullerini, insanlarla iletişim kurma yollarını öğrenmiştir. Sosyal yönü gelişmiştir; değişik ülkelerin ve değişik yörelerin insanlarını ve kültürlerini tanımıştır, örf ve âdetleri hakkında bilgi sahibi olmuştur. O sadece Hicaz bölgesinde ve Arap Yarımadası dahilinde ticaret yapmakla yetinmemiş, uluslararası ticaretle, yani ithalat ve ihracat işleriyle meşgul olmuştur.

Ticaretle uğraşması onun bir başka özelliğini de ortaya koymaktadır. O da başkasına yük olmaması ve kendi alın teriyle kazancını temin etmesidir. Nitekim o, “insan için en hayırlı kazancın el emeği ile elde edilen kazanç olduğunu”[95] söylemiştir. Ticarî faaliyetleri onun doğruluk ve güvenilirlik özelliğini de ortaya koymaktadır.

d- Çobanlık Yapması

Hz. Muhammed (s.a.s.) çocukluğunda ve gençliğinde çobanlık da yapmıştır. Bunu gerek sütannesi Halime’nin yanında bulunduğu sırada ve gerekse daha sonraki dönemde Mekke ve çevresinde yaptığı bilinmektedir. Kendi ailesine ait sürünün yanında Mekkelilere ait olanları da güttüğü rivayet edilmektedir. Bu, Mekke’de çocukluğunu ve gençliğini geçiren bir kimsenin meşgul olacağı normal bir iştir. Nitekim Hz. Ömer ve Abdullah b. Mes’ud da çocukluklarında çobanlık yapmışlardır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.) ve onun konumundaki bir çocuğun veya gencin o günkü ortamda en başta yapabileceği iş, ya ailesine ticarî işlerde yardım etmek, ya da etinden, sütünden, derisinden ve satıp da parasından istifade edebilecekleri hayvanların bakımını üstlenmekti. Üstelik ticarî faaliyetler için büyük öneme sahip olan develerin de beslenmesi gerekiyordu. Kureyş her ne kadar yerleşik hayat yaşasa da, kervanlar için gerekli olan develere bakmak zorunda idi. Hz. Muhammed (s.a.s.), ileriki yıllarda, çobanlıkla ilgili hatıralarını zevkle hatırlar ve arkadaşlarına anlatırdı. Ecyâd mevkiinde çobanlık yaptığını bildirmiştir. Söylediğine göre peygamberler içinde çobanlık yapmayan yoktur.[96] Mesela Hz. Musa da, Hz. Davud da çobanlık ettikleri sırada peygamber olmuşlardır.[97] Ancak buradan, çobanlığın peygamberliğin bir şartı olduğu da anlaşılmamalıdır. Yukarıda da işaret edildiği gibi Hz. Peygamber ve muhtemelen diğer peygamberler de, kendi devirlerinin ekonomik koşulları çerçevesinde bu mesleği icra etmişlerdir. O’nun, ticarî faaliyetlerinde amcasına yardım ettiği gibi, hayvanların bakımında da yardım etmesi gayet doğaldı. Aksi takdirde tembel tembel oturmuş veya avâre bir şekilde gezip dolaşmış olurdu. Aynı zamanda çobanlığın kişiyi sabra ve tahammüle alıştırdığını, himayesi altındakileri koruma alışkanlığı kazandırdığını ve sorumluluk duygusu aşıladığını da belirtmek gerekir.

e- Toplum İçindeki Yeri ve Çevresi

Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekke ve Taif’in bilhassa zenginlikleriyle ünlü ileri gelenlerinden birisi değildi. Bu, kendisine vahiy geldikten sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle, muhaliflerinin onun hakkında söyledikleri sözlerden anlaşılmaktadır: “Bu Kur’an, iki şehrin (Mekke ve Taif) birinden büyük bir adama indirilmeli değil miydi? dediler”[98] Onlara göre peygamberlik Mekke zenginlerinden Velîd b. Muğîre veya Taifli Urve b. Mes’ud’a gelmeliydi.

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberlikten önceki arkadaşları ve dostları ahlâkı düzgün, hatırı sayılır kimselerdi. Bunların en tanınmışı Ebû Bekir’dir. Onun dışında Kureyş’in saygıdeğer şahsiyetlerinden ve Hatice’nin yeğeni olan Hakîm b. Hizâm onun samimi dostlarındandı. Ayrıca Ezd kabilesine mensup tabip ve şair Dımâd b. Sa’lebe ve Mahzûm kabilesinden Kays b. Sâib de onun dostlarındandı. Kays daima Hz. Muhammed (s.a.s.)’in güvenilir ve dürüst olduğunu anlatırdı. Hz. Muhammed (s.a.s.) kendi emsalinden pek çok gencin mübtelâ olduğu içki, kumar, zina, hırsızlık gibi kötü alışkanlıklara bulaşmamış ve bu alışkanlıklara sahip olanlarla arkadaşlık yapmamış, onlardan uzak durmuş ve etkilenmemiştir.

f- Güvenilir Oluşu

Hz. Muhammed (s.a.s.), insana esas değeri kazandıran ahlakî meziyetleriyle ünlüydü. Bu meziyetlerinin başında güvenilir (emîn) olması gelmektedir. Güvenilirlik (emanet), esasında bütün peygamberlerin ortak vasfıdır. Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) de tüm hayatında bu vasfı taşımıştır. Vefâlı, sözünde duran, mert, doğru sözlü ve güvenilir olduğu için halk arasında “Muhammedüni’l-Emîn” lakabıyla şöhret bulmuştur. Hatta O yirmi beş yaşlarındayken Mekke’de sadece “el-Emîn” diye anılıyordu.[99] Nitekim Hatice onun güvenilir olduğunu bildiğinden ticaret malını kendisine rahatlıkla teslim etmiştir. O dönemde nakit ve menkul eşyaların muhafazası için herhangi bir kurum mevcut olmadığından, Kureyş’ten bazı kimselerin ona kıymetli eşyalarını emanet olarak bıraktıkları bilinmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s.) bu emanetlere asla ihanet etmez ve sağlam bir şekilde sahiplerine iade ederdi. En zor anlarında ve güç durumda kaldığı zamanlarda bile bu emanetlere hıyanet etmemiştir. O kendisine emanet edilen şey hususunda güvenilir olduğu gibi sözünde ve işinde de güvenilir idi. Asla vefasızlık yapmazdı.

g- Ahlâkı

Hz. Muhammed (s.a.s.), zeki, sakin, kendinden emin, ölçülü ve dengeli tutuma sahip, sözü dinlenir, herkes tarafından sevilen ve takdir edilen, doğruluğundan ve samimiyetinden şüphe edilmeyen bir karaktere sahipti. Meslektaşlarının saygısını kazanmış bir tacirdi. Hakbilir idi. Onunla peygamberlik öncesinde ticarî ilişkilerde bulunanlar, çok iyi bir arkadaş olduğunu, hak hususunda hatır-gönül tanımadığını, zerre kadar riyakarlık yapmadığını söylemişlerdir.[100] Yalan söylemezdi. Dost-düşman herkes onun yalan söylemediğini itiraf ederdi. Akrabalarının hakkını gözetir, ailesiyle ilgilenir, geçimini helal yoldan kazanır, yetimleri korur, muhtaçlara, zayıf ve güçsüzlere yardımda bulunur, misafire ikram eder, herkesle iyi geçinirdi.

h- Dinî Hayatı

Hz. Muhammed (s.a.s.), kendisine vahiy gelmeden önce Arap Yarımadası’nda ve buranın sınırlarında yaygın olan Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusilik gibi dinlerden hiç birine girmedi. Bu dinlerin mensuplarının söylediklerine de yakınlık duymadı. Putlara tapan Mekkeli müşrikler arasında büyümesine ve yaşamasına rağmen putperestliğe de ilgi duymadı; putlara inanmadı, tapmadı, secde etmedi. Müşrik âdetlerinden hiçbirine meyletmedi. Arapların takip ettiği yolun yanlış, taptıkları putların ve bu putların gözüne girmek için yaptıkları işlerin boş olduğunu anlamıştı. Çünkü o putlar hiçbir işe yaramayan, faydası ve zararı olmayan, yaratmayan, bir belayı savmaya gücü yetmeyen şeylerdi.

Hz. Muhammed (s.a.s.) toplumdaki sosyal bozuklukların da farkındaydı. Kabilelerin önde gelen kişileri olan zengin tüccarlar, akrabaları arasında bulunan muhtaçlara karşı bile geleneksel görevlerini yerine getirmekte ihmalkar davranıyorlardı. Sahip oldukları servetler, Mekkeli zenginleri gururlu, kibirli ve küstah hale getirmiş, çeşitli sebeplerle güçsüz kalmış kimselere karşı üstünlük taslamalarına yol açmıştı. Hz. Muhammed (s.a.s.) ise kıt imkanlarıyla fakir, muhtaç ve kimsesizleri kolluyordu. O, Mekke’deki sosyal bozuklukların farkına varmış olmalıdır. Bunlar onun sâlim fıtratıyla, vahiyden önce de kendi kendine gözlemleyebileceği şeylerdi.

Hz. Muhammed (s.a.s.) Allah’ın varlığına, birliğine ve ahiret hayatına inanıyordu. Halkın dalalet içinde bulunduğunu görüyordu. Ancak bu konuda ne yapılacağını, toplumun şirkten nasıl kurtulacağını bilmiyor, hiçbir şey yapamıyor, elinden de bir şey gelmiyordu. Otuz beş yaşında iken Kâbe’nin tamir ve yeniden inşası sırasında Tek Allah’a adanmış bu evin sayısız putlarla doldurulmuş olması, onu sarsmış ve derin düşüncelere sevk etmiş olmalıdır. Nitekim otuz beş yaşından, kırk yaşında kendisine vahiy gelinceye kadar, her yıl Ramazan ayında, Mekke’nin kuzeydoğusunda ve Kâbe’ye yaklaşık 5 km. uzaklıkta bulunan Nur dağındaki Hirâ Mağarası’nda inzivaya çekilmeye başlamıştı. Burada düşünceye dalıyor, Allah’ı ve O’nun yaratıcı gücünü düşünerek ibadet (tahannüs) ediyordu. Azığı bitince evine geliyor, yiyeceğini aldıktan sonra tekrar mağaraya dönüyordu. Mağarada inzivâ hayatı sona erince Kâbe’yi tavaf ediyor ve sonra evine geliyordu. Daha önce Hanîflerden Zeyd b. Amr b. Nüfeyl ile Abdülmuttalib b. Hâşim’in de aynı mağarada uzlete çekildikleri bilinmektedir.

Kaynak: Prof. Dr. İbrahim Sarıçam’ın 2002 tarihinde yazdığı ve diyanet.gov.tr web sitesinde yayımlanan “Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı” kitabından derlenmiştir (Erişim tarihi: 15/04/2010).

Share

Bunları da Beğenebilirsiniz...